bugün

entry'ler (868)

gözüm üstünde

going idiocrazy..

şükür her şeyimiz tam. karnımız tok, sırtımız pek.
eskiden paparazziler sayesinde ünlülerden kim nerde napmış takip ederdik. ama öyle yeterince içine giremiyorduk şöhret dünyasının.
sonra izlediğimiz dizileri kendi hayatlarımız sandık. öyle ki pargalı ibrahim paşa öldüğünde aileden birini kaybetmişçesine ağladık. komşumuzun dedikodusunu yapar gibi bihterle behlül'ü konuştuk telefon görüşmelerimizde.
ama yine yeterince içinde olamadık o şaşalı dünyanın. starlar gibi giyinmek, davetlere, resepsiyonlara gitmek bizi biraz daha parçası yaptı sanki bu dünyanın. kâh galaya gittik, kâh kırmızı halıda yürüdük birbirinden çirkef güzel moda ikonu kızlarımızla.
sürüyü çobansız başıboş bırakmak da düşünülemezdi tabi. Bir de jüri gerekliydi muhteşem sanat eserlerimizi kritize etmeye.
şükür herkesin karnı tok, sırtı pek. o kadar dertten tasadan uzak ki hayatlarımız bu sefer televizyon eleştirmenlerine rakipler yarattık.
mottoları da şu; bu sefer gerçek izleyici yorum yapıyor!
her şeyin en iyisini hep biz bildiğimizden, dizileri ve programları profesyonelce eleştirmek de elbette bizim işimiz olmalıydı.
hal böyle olunca zaten evde oturup mal mal sadece dizi izleyen insanlar oturup "yaman mı daha yakışıklı, abisi mi daha karizmatik, dansözler hep mi balık etli olur" diye laklak yaparak 70 milyona kendilerini gösterme fırsatı yakaladılar. geri kalan mallar da işte hala mal mal izlemeye devam ediyorlar.
evet bü ülke gerçekten yeni, tertemiz, pırıl pırıl kullanılmamış beyinlerle dolu yepyeni bir ülke!

29 mayıs 2012 öncesi ve sonrası thy

grev yapmak asla çalışanın veya sendikanın kafasına göre verebilecği bir karar değildi ve olmadı. her şeyin yasal süreçleri var.
havaiş sendikası thy ile 17 aydır tis* imzalamaya çalışıyor. sendikanın her dediğine "olmaz" diyen bir işveren var. yasal sürede tis imzalanamadı. arabulucu dönemine girildi. yasal olarak sendikanın bir arabulucu ataması gerekiyordu, arabulucu atandı. bunların hepsi yasal süreç! başka bir yol izlemek gibi bir şans yok. işveren arabulucuya itiraz etti. yetkisiz bir mahkemeye başvurarak arabulucu sürecini durdudu. havaiş sendikasının yaptığı haklı itiraz kabul edildi. ancak yasal süreçte arabulucu döneminin de sonuna gelindi. sonraki süreç ise -üstüne basa basa söylüyorum: başka seçenek yoktu!- grev kararı asma süreci idi.. yani olan koşulları beğenmeyip grev yapan bir thy çalışanı yok. olan koşulları beğenmeyip kölelik sistemi ile personel çalıştırmayı hedef almış bir yönetimin baskıcı tavırları yüzünden yasal olarak bu sürece gelindi. sendikanın grev kararını asaması grev yaptığı veya yapacağı anlamına gelmez. işverenin hala tis'i imzalama şansı vardır. ancak sendikanın grev kararı asma sürecine gelindiğinde bir gecede meclise yasa sunuldu ve bir gecede alt komisyondan geçti. sonra son şans olarak çalışan eylem yaptı ama çalışanın grev yapma hakkı gasp edildi.

--spoiler--
sen kazandın ama ben haklıydım
--spoiler--

tonla para alıp hala grev yapan thy çalışanları

sonuna kadar haklı olan thy çalışanıdır çünkü kaybetmek istemedikleri tek şey para değildi. (bkz: 29 mayıs 2012 öncesi ve sonrası thy)

29 mayıs 2012 öncesi ve sonrası thy

29 mayıs 2012'ye kadar tüm dünyada hak olan "grev hakkı"nın thy işçilerinin elinden alınması sonucu olan değişikliklerdir.

öncesi:
kabin ekibi aylık programına istinaden görevine giderdi.
* Eğer bir görevde değişiklik yapılacaksa bu kabin ekibine sefere en az 24 saat kala haber verilirdi. Verilirdi ki kişi kendini ona göre hazırlasın. Ona göre yatsın uyusun, ona göre yesin içsin.. ona göre dinlensin!
* göreve herhangi bir sebepten geç kalınması durumunda geç sb*'a kalınırdı. Yani havalimanında ekip odasında, gelemeyen birisi olursa onun yerine uçuşa gitmek için beklenir. nöbete gidildiğinde de uçuşa gidilir gibi id kartı okutulur ve görev bilgisinin çıktısı alınır ve ekip tahsise uğranır. ellerine bir amir ve bir memur olmak üzere iki form var. bunlara nöbete geliş saati, isim, sicil, uçuş saati, kaçıncı günde olunduğu, pasaport bilgileri ve geçersiz uçak tipi gibi bilgiler yazılır. ekip tahsis de ihtiyaç anında listeden seferine göre uygun birini seçip sefere atardı.
* boş günler boş günlerdi. baya bildiğiniz boş.
* ekip tahsiste iki kişi görev yapardı her şiftte. hemen arka masalarda da ekip planlama birimi çalışırdı. bir arada ortak planlamalar yaparlardı.
* nöbette bekleyen birisi uçuşa atanacağında ekip odasının alt katındaki ekip tahsisten ekip odasına o kişinin ismi anons edilirdi. eğer seferin mesai açılış saati geçmediyse nöbetten sefere atanan kişi kartını okutup görev çıktısını alırdı. seferin mesai açılış saatinin geçmesi durumunda ekip tahsisten bilgi alınırdı ve sefere gidilirdi.
* uçuşla ilgili düzeltilmesi gereken bir durum söz konusu olduğunda ekip odasının alt katındaki ekip tahsis odasına uğranırdı ve gerekli düzeltmeler yapılırdı...
* uçak full olduğunda bir kabin memuru ilave ekibe dahil edilirdi. 20 b/c* yolcusu üzerinde olduğunda bir kişi ilave verilirdi mutlaka.

sonrası:
* kız ekip tahsis görevlisiyle konuşmaya çalışıyor, içeride iki kişi yerine artık sadece bir kişi var. ekip tahsis odasının arkasındaki ekip planlama birimi genel müdürlük binasına taşındı. kız, ekip tahsis görevlisi dışında herkese anlattı derdini de bir tek ekip tahsise anlatamadı. e sıra var! herkes derdini birbirine anlatıyor ama 50 kişinin derdini bir kişi çözemiyor tabi. neyse konuya dönelim, toparlamak lazım. kız anadolu yakasında oturuyor, görev başlancıç saati 22:30 civarı. ama atatürk havalimanı'na yakın bir yerde işi varmış, erken gelmiş havalimanına. olay esnasında saat 20:10 falan. başka birisinin görev çıktısında ekibin arasında kendi ismini görüyor (seferin mesai açılış saati 20:30) ve id kartını okutarak görev çıktısı almaya çalışıyor. ekranda "görevinize geç kaldınız" uyarısnı gördükten sonra ekip tahsise iniyor haliyle. "benim seferim bu değil ki, 2 saatten fazla zaman var benim seferime" diyecek! diyemiyor. hadi tamam o da dert değil "bu sefere de giderim ben ama görevinize geç kaldınız uyarısı alıyorum imza saatini kaçırmadığım halde" diyecek! diyemiyor. sıra var! saat 20:30 olacak artık, son bir dakika... ekip tahsis görevlisine sesleniyor mesaisini açtırmak için. ekip tahsis cevap veriyor: "ben bir şey yapamam ki, ekip planlamayı ara". ekip planlamaya ulaşmak mümkün değil, hep meşgul hep meşgul. kız kendi seferinden tesadüfen de olsa çok daha erken gittiği halde, haber verilmeksizin planlandığı sefere de yetişebilecekken bunu ekip tahsise söylediği halde sefer aksaklığı yapmış kabul edildi. kızın parası kesildi, sefer açık verdi... onca işin arasında ekip tahsis görevlisi, seferin kendi ekibi orada olduğu halde ekibi sefere atayamadığı için, nöbetten başka birini sefere atamak üzere queue'sunu arttırdı.
* 4 kişi olması gereken ekipten sadece 3 kişi var havalimanında. gümrük evrakında başka bir ekibin adı var. ekranlarda sadece iki kişinin ismi var, ekip görev çıktısında ise 4 kişi görünüyor. normalde hepsinin örtüşmesi lazım elbet. ekipteki bir kişi gelmeyen kişiyi tanıdığından onu cep telefonundan arayıp soruyor "neredesin sen?" diye. gelmeyen kişinin haberi yok. kendisine sefer tebliğ edilmemiş.. yine ekip tahsiste ekibini tamamlamak üzere bekleyen bir ekip..
* bir kişi daha geliyor, "benim seferim şu saatteydi, kartımı okutuyorum, geç kaldınız yazıyor" diyor. ekip tahsis görevlisi bakıyor o kişinin bilgilerine "aaa senin bilmemkaç saat önce bilmemne seferin varmış. gelmemiş görünüyosun. sefer aksaklığı" diyor. görev değişikliği tebliğ edilmemiş!
* biri geliyor seferine geç kaldığını söylüyor ve nöbet çizelgesine bilgilerini doldurup ekip tahsis görevlisine bilgisini veriyor. "yoook, öyle olmuyor, önce arayıp teyit almam lazım" diye geliyor cevap. kabul ederek bekliyor geç kalan kişi. bir saate yakın bekliyor ve yine hatırlatıyor durumunu. "teyit almam lazım teyit almam lazım teyit almam lazım" diyen birinden başka bir şey göremiyor karşısında. ekip tahsis görevlisinin cep telefonu susmuyormuş da, ondan arayamıyormuş. "no tuşuna basıp seni meşguliyetten kurtaralım" tepkisi de yetersiz kalıyor. "arasana!" diyor ekip, "arayamıyorum görmüyor musun" diye geliyor karşılık. arada telefonda geyik muhabbetleri falan da dönüyor tabi.
* 30 b/c yolcusu olduğu halde ilave bir ekip üyesi alamayan ekip çok önemsiz kalıyor artık. ama servis yetişecek! yolcuya güleryüz gösterilecek!
* bir ekip geliyor, uçak gelmiş, hazır, uçağa geçecekler ama ekipte eksik var. ekip tahsisten ekibin tamamlanmasını istiyorlar. talimat öyle gitmişmiş öyle uçacaklarmış! yahu sen pazara pazar arabasıyla çıkmak yerine poşetle çık demiyorsun ki adama! Havacılık bu! kuralları var, yasakları var! sendikayı etkisizleştirmiş olmakla sivil havacılık kanunlarını hiçe saymayı ayırt etmek lazım bir yerde. ekip ısrar ediyor "biz böyle uçamayız, bu uçak kalkmaz!".. gönderildiler uçağa... 5 saat sonra o uçak hala yerdeydi, ekip tamamlansın da kalksın diye... beklerken ekibin mesaisi şişti, "biz bu kadar mesai yapamayız" dediler. ilave ekip toplamaya çalıştılar bu kez de o sefere. bu kez de elinde yeterince nöbetçi ekibi olmadığından ilave ekip de toplayamadı ekip tahsis.
* başka birisi geliyor ekip tahsise, nöbetten anons edilmiş. görev tebliğini almak için ekip tahsise geliyor ve soruyor görevini. cevap: "bilmem, anonsları ben yapmıyorum ki, sefer atamalarını ve anonsları genel müdürlükten yapıyorlar."
* biri yine vakitlice geldiği halde geç kalmış görünüyor kendisine tebliğ edilmeyen bir sefere ve bir önceki günkü ve o günkü durumunu kontrol ettiriyor. "dün boşmuşsun" diyor ekip tahsis. kız diyor ki "nasıl olur ya ben dün çalıştım?!"
* boş günlerinde insanlar uçuşa çağırılmaya başlandı bile..

bunlar birkaç günde değişen şeyler, daha nelerin geleceğini ise çok net görebiliyorum şimdiden.

hani 4000 tl maaş aldığı halde sırf şımarıklık olsun diye grev yapmak isteyen kendini bilmez thy çalışanları var ya, hah işte o çalışanlar 17 aydır zam alamıyor. para az mı geliyo da zam istiyorlar demeyin. hak haktır.
o şımarıklar incecik babetle karda kışta kapıda yolcu karşılıyorken it gibi titrediği için yolcularının acıma beyanlarını dinliyor.
o şımarıklar kar yağdığında "ben gelemiyorum" diyerek evde yan gelip yatacağına üniformanın altına bot giyip çizme giyip evden çıktı da havalimanında uçuş ayakkabısını giyerek göreve gitti.
o şımarıklar her gün radyason yiyor, mobbing'e maruz kalıyor, jet lag oluyor, basınç yiyor.
o şımarıklar çok büyük bir baskı altında çalışıyor.
yıllardır servisin yetişmediği belli hatlar var. ne uçak tipi değişiyor, ne ekip sayısı.. ne de servis tabi ki.
o şımarıklar bir yudum su içemeden, tuvalete bile giremeden gün geçiriyor. kimse yan gelip yatmak için daha kalabalık ekiple uçalım demedi. her şey olması gerektiği gibi vaktinde olsun diye oldu bu talepleri. hem az zaman, çok iş, az personel hem de beş yıldızlı yolcu memnuniyeti olmuyor işte!

kabin ekibinin aldığı eğitime, iş tanımına ve maaşını son kuruşuna kadar hak ettiğine hiç değinmeyeceğim (bu ifadem dışında tabi).

thy çalışanı artık, bütün dünya havacılık mensuplarının sahip olduğu grev hakkına sahip değil. oysaki her şey öncesinde kalmak içindi, sonrasını görmemek için...

sözlük yazarlarının şu an okuduğu kitaplar

nietzsche ağladığında - irvin d. yalom
(bkz: when nietzsche wept)

sözlük yazarlarının şu an okuduğu kitaplar

Sözlük yazarlarının en son okumaya başladığı ve halen okumaya devam ettiği kitaplardır.

şu anda üstünde ne var

(bkz: ranza)daha doğrusu ranzanın ikinci katı.

sözlük yazarlarının itirafları

nasıl bir döneme girdiysem... çok uzun zamandır iletişimde olmadığım eski aşıklarım son zamanlarda benimle irtibata geçmeye başladılar. aşık demek sevimsiz duruyor ama, bazılarıyla yaşanmışlıklar vardı, bazılarıyla yoktu. yani hepsi duygularına karşılık verdiğim insanlar değildi. enteresan olan kimisiyle birkaç aydır görüşmüyor oluşum, kimisiyle de senelerdir. süre olarak birkaç ay diyince olacağı maksimum 12 ay olur. ama senelerdir diyince geniş bir kavram oluyor. nasıl oldu da hepsinin aklına düştüm aynı zamanda, hepsi aynı anda aradılar beni. biri morali dipteyken ve zırıl sırıl ağlarken aradı beni, diğeri yıllaaaaaaaaar sonra özlemiş beni, beni görmek için istanbul'a gelmek istiyormuş.. diğeri dayanamamış benimle konuşmamaya, öteki merak etmiş halet-i ruhiyemi. hepsi çok değerli insanlar, bana değer veren insanlar. özlemekte geç kalanlar da var aralarında, bütün iyi niyetlerine rağmen hiç fırsatı olmamış olanlar da.. peki ben kime değer veriyorum? bana değer vermeyene tabi ki. neden mi? zamanında değer verdi diye.

sözlük yazarlarının itirafları

kimsenin umrunda olmadığımı biliyorum. ne en yakın arkadaşlarım gibi görünen şahısların, ne sevgili rolündeki zaatın. kimsenin pipisinde değilim ben. ha bu bana ne hissettiriyor? onlara o kadar çok ihtiyacım var ki, hayatım anlamsızlaştı artık. ama dost kavramına zaten inanmam yıllardır. herkes kendi hayatını yaşar bir şekilde. bana en çok koyan sevgilinin hayatına dahil olamamış olmak.
bıktım sözlük bıktımmm!
uçağım düşsün de öleyim artık! gücüm de tahammülüm de kalmadı artık, yeter bu kadarı bana!

tuğçe kazaz

din seçimiyle milletin ilgisinin odağı olan manken. yahu size ne ya? kız kendi kendine dinini değiştiriyor, kendi kendine dinini yaşıyor, "olması gerektiği gibi"!!!!
bununla uğraşacağınıza gidip de her yerde size, bize, insanlara salça olan islam dini mensuplarına taksanıza kafayı. benim allah değil de tanrı diyor oluşumu bile düzeltmeye çalışanlarla, yakamı çekiştirip "ört üstünü başını" diyenlerle, minibüste "ben oraya oturmam o erkek yanı, sen geç otur, ben senin yanına oturayım" diyenlerle uğraşsanıza bu kadar canınız bir şeyle uğraşmayı isteyecek kadar çok sıkılıyorsa! dinini kendi içinde ve kendi kendine yaşamayanlarla uğraşın! ama pardon, unutmuşum; siz de onlar kadar malsınız..

hayat

hayat; oydu, buydu, sendin..
o yok artık. bu da yok artık. yaşama gücümü bulduğum insanlar yok hayatımda. senden almalıydım yaşama isteğini. sen var mısın, yok musun belli değil.

ailemin içinde pinpon topu gibi bir o tarafa bir bu tarafa atıldım. mesela defter lzım olurdu okulda, annem “babandan iste” derdi, babama giderdim “annenden iste” cevabını alırdım. babam ortak kazanılan paraların tamamını çekip çekip ailesine hibe edince defalarca, eve de masraf yapmaktan kaçıp onu da anneme yüklemeye çalışınca annem de ihtiyacım olduğunda mümkün mertebe babama paslıyordu beni. top dediğin de paslanır ama zaten, napcaklardı ki başka? vitrine koyacak halleri yoktu ya. top dediğin bi o tarafa bi bu tarafa atılır. neyse neyse, konuya dönüyorum. her ne kadar böyle zorluklar olmuş olsa da ihtiyaçlarımın temini konusunda, bir şekilde ihtiyaçlarım her zaman karşılandı. annemle babamın tek ortak noktasıydı sanırım bu.

“biz köyde büyüdük, okuyamadık. işçi olduk. sen bizim gibi ezilme. oku, bizim gibi işçi olacağına tahsilli ol, yöneten ol.” dediler her zaman. oyuncaklarım diğer çocuklarınkilerden daha kalitesiz ve az değildi. kıyafetlerim de öyle. asla beni o anlamda başkalarına karşı mahçup etmediler. ama kendi aralarında çözülmek bilmeyen, bitmez bir dava vardı. maddiyat! siktiğimin, amına koymak istediğimin maddiyatı! bok gibi var bende, dağıtiim ihtiyaç sahiplerine, yeter ki sevin beni! para dediğin şey sevemiyo..

neyse dağıldı konu yine, toparliim. benim büyüdüğüm evde hep hır gür vardı. para hep vardı, uğruna hep kavgalar verildi, ama yine de hep vardı. maddi anlamda ve maddesel anlamda asla bir şeyin eksikliğini yaşamadım. doğumgünü hediyelerim olmadı belki, ama orada da eksik olan maddesel bir şey değildi, maneviyattı.

velhasıl, evdeki hır gür beni ailemin yanından alıp akrabaların kucağına savurdu. on dördüncü yaşımın ikinci ayında üç tel beyaz saça sahiptim artık. babama yansımış olsaydı yaşadıklarım, ciddi tepkileri olurdu muhakkak. ama annem her zaman her konuda “aman o öyle demesin, ama bu böyle yapmasın” diyen bir kadındı, hala da öyledir. empati kraliçesi kendisi. hep biz kendimizi başkalarına göre programlamalıydık. asla kendi haklı olduğu tarafı veya bizim haklı olduğumuz tarafları görüp ağırlığını koymadı. anneanne denilen vahşi cadı beni senelerce evde aç bırakırken bile sesi çıkmadı. “sen benim gönderdiğim parayla benim çocuğumu nasıl aç bırakırsın” diye sormadı asla. ona göre başka çare yoktu, ya “al o zaman çocuğunu ben bakmıyorum” derlerse napardı? oysaki paraya boğulmak suretiyle şahsımın bakımını üstlenen yaratıklar tepki görmüş olsalardı “ya kızını bizden alırsa ve gürül gürül akan su kesilirse nolur” diye düşünüp benim bakımımı üstlenmek için savaş verirlerdi muhtmelen.

neyse kıçımı yırtarak savaştım ben o insan müsveddeleriyle. ilk sene de üniversiteyi kazanıp gittim yanlarından. yine de tatillerde memlekete gelen ailem sebebiyle o domuzların yanında bulunmak zorunda kalıyordum. üniversitedeki son senemdi artık, balıkesir’e gitmiştik hep beraber. bal kadar tatlı olan kavunları doldurup döndük denizli’ye. sofraya iki tane kavun kesildi ve kondu. biri teyzenin saman tadında olan kavunu, diğeri benim getirdiğim tatlı kavun. herkes yumuldu hapur hupur yiyor. anneanne denilen çirkefin sağ tarafında oturuyorum. bana yarı sırtını dönerek ve dirseğini geniş açıda açarak benim kavunumu paylaştırıyor. teyzemin piçlerine “yiyin yavrum” diyor, abla denilen kişiye de diyor, teyzeye de… bir benim yememe engel oluyor. orada kopuor artık kıyamet. hadi o zamana kadar kendi malını yedirmedi bana, ama benim malımı bana yedirmemek artık haddi aşmak dicem de, yok yaptığı her şey zaten haddi aşmaktı ama bu artık insanlık dışılığın en tepe noktasıydı. ama artık ben daha güçlüydüm. artık ayrı bir evimiz vardı memleketimizde. onlara gitmesek de olurdu. neyse kopardım bütün bağları bu olaydan sonra.

ee ne anlattım ben şimdiye kadar? maddi şeyler konusunda hiç eksiğim olmadı, hep manevi tarafım doldurulmayı bekledi. ne oldu peki? ben kıçımı yırttım, iyi kötü bi üniversite bitirdim. istanbul’u hiç bilmeden, neye benzediği knusunda fikrim bile olmadan atladım geldim bu şehre. bindim otobüse “beni merkezi bir yerde indirin” dedim ve indirildiğim yerde ev aramaya başladım. buldum ve tuttum. elimdeki parayla (annemin parası tabii) sikindirik bir koltuk takımı ve yatakodası takımı aldım. aylarca üç tane plastik bardaktan (hani şu damacanaların yanında olan tiplerden) içtim suyumu, aynı malzemeden mamul üç adet tabakta yedim yemeğimi. yıka yıka kullan. haa çatal bıçak falan da yoktu evimde, onlar da piknik tipi plastik çatal kaşık ve bıçaklardı. para kaldıkça cebimde hayatımı değiştirdim. önce oturduğum semtten taşındım. sonra üç kuruşa aldığım o koltuk takımı kırılınca yeni bir takım aldım. sehpa aldım zamanla, halı aldım.. onun haricinde milletin çöpüyle geçindim. milletin sokağa attığı eski tv ünitelerini veya dolap artık ne deniyorsa, onları sürükleye sürükleye evime taşıdım. her odamda ayrı bir perde var. neden? çünkü her biri bir başkasının artığı, çöpü! …derken arabamı aldım. maddi anlamda git gide güçlendim. çok ihtiyacım varmış gibi. tamam para güzel bi şey, ne kadar bol, o kadar keyifli. ama yeterli değil işte. ben dişimle tırnağımla kazıyarak kendime bir hayat kurmuşum, tek başıma ev kirası ödeyip, araba sahibi olmuşum. elime para geçtikçe standartlarımı da yavaş yavaş yükseltiyorum. hayatıma sevgili diye soktuğum kişi beni itin götüne sokma derdinde. yok varoşmuş, yok dağmış, yok burda ayılar yaşarmış vs. tamam kabul istanbul’un seçkin semtlerinden birinde yaşamıyor olabilirim ama, ileride o standarda ulaşabilmek için şu anda bu standartlarda yaşamam gerekiyordu. kaldı ki beylikdüzü de istanbul’un en nezih varoşudur muhtemelen!

hayata tutunmak konusunda tek enerji kaynağım olarak sevgililerimi gördüm ben. ailemi seçme şansım yoktu neticede, kimsenin yok zaten. arkadaş dediğin bir yere kadar. ne kalıyıyor geriye en yakın olarak? sevgili! zirvesini yaşattın bana mutluluğun sevgilim. herhalde kimse senin kadar iyi anlayamaz bir kadın ruhunu, kimse senin kadar iyi bilemez bu kadar doğru yaklaşmayı. en önemli varlık sevgi oldu benim için hep. o yüzden hep onu vermeyi ve almayı istedim. boğuldun, sıkıldın benden. beni çıkardığın o yüksek irtifada ansızın bırakıverdin. hala yaşam konusunda en önemli enerji kaynağım sensin, ama trafoda sigortalar atıyor devamlı. elektrikler neredeyse hep kesik, mum ışığında idare etmeye çalışıyorum belki bir gün yine enerji verirsin bana diye. ama gücüm kalmadı artık. gerçekten tükeniyorum. hayatımın hiçbir döneminde bu kadar uzun süreli istememiştim hayatıma son vermeyi. yaşamak işkenceden ibaret benim için artık sanki. zor duruyorum ayakta. az kaldı sanki nihayete ermeme.

annem ise babama karşı mücadele verirken kendisi için en önemli dersi aldı. bir insan kendi ayakları üzerinde durmalı, maddi olarak kimseye muhtaç olmamalıydı güçlü olabilmek için. şimdilerde ise en büyük derdi malulen emekli olabilmek. ben dersimi aldım anne. ne dilediğine dikkat etmeli insan. hatta bence hiçbir şey dilememeli.. bir sevgilim olsun istemiştim çeşitli özelliklere sahip olan.. muhtemelen kırk tane madde içeriyordu hayalimdeki erkek. ama bakire değildim. bana “ya ileride sevdiğin erkek bekaretini sorun ederse” diyenler oldu. “haah!! öyle bir zihniyeti benim sevmem, öyle birine benim aşık olmam imkansız!” dedim hep. hayalini kurduğum kişi çıktı karşıma. aklımdan ve kalbimden geçirdiğim her maddeyi barındırıyordu kendisinde. ama en büyük sorunumuz benim bakire olmayışım oldu. ne sorunlar yaşadım, ne kadar kötü günler geçirdim o zamanlar.. neyse, sevilmeyi ve cinselliğe dair ne varsa yaşamayı bıraktık, o sorunu çözdük bir şekilde. o günden önce olmasa da o günden sonra rahibe gibi yaşamaya başadım. ama dilemeyi unuttuğum bir konu daha vardı; sorumluluk sahibi olsun ve beni taşıyabilsin dememiştim ben kendimce mükemmel erkeğin hayalini kurarken. karşı tarafın sorumsuzluğunu da sorumluluk olarak sırtıma almak artık güç ve gereksiz geldiğinde o ilişkim de bitti. sonra dedim ki “allah’ım, işine düşkün, çalışmayı seven, sorumluluğunu bilen bir sevgilim olsun!”. ben hep diyorum. allah beni seviyor. sevgilim gerçekten işine çok bağlı, inanılmaz sorumlu bir adam. ama malesef kendisi sadece bundan ibaret. işi dışında önem verdiği bir şey yok. varsa da işi yoksa da işi.. benim yüzümden iş performansı düşüyormuş. verimli çalışmasına engel oluyormuşum.. neyse ne diyorduk? annemin bu aralar en büyük derdi malulen emekli olabilmek. ben ölünce kesin malulen emekli olarak duruma gelirsin anne, hiçbir şey yapmana gerek yok. sen sevgili, sen de istediğin kadar çalışırsın artık. benim gücüm tükeniyor..

hissediyorum, az kaldı..

gecenin tek cümlelik özeti

bugünün doğumgünü çocuğusuyum beeeeen!!! *

msn iletisine sevişiyorum yazan kişi

kesinlikle sevişmiyordur.

sevgilisinin pipisine çocuğuymuş gibi davranan kız

-hanimiş de hanimişşş, aman da aman
+bence yapma
-uyy şuna bak kafasını kaldırıp bana baktıııı
+aşkım uzak dur
-aaaykk kustuuu
+dedik sana elleşme diye

denize giren oğluna kandil simidi yapan anne

havuza giren kızına poğaça yapan anne kadar mübarek olan annedir.

sözlükçülerin threewords me sayfaları

http://threewords.me/freyja

funkymonarch

pabucumu dama atmış, peygamber devesi'ni unutmuş yedinci nesil yazardır. şahsına teessüflerimi sunar yeni şarkılar dinlemek istediğimi saygılarımla bilgilerine arz ederim. *

tek kelimeyle kadın

(bkz: cadı)

tek kelimeyle kadın

(bkz: şeytan)

evlendikten sonra bile hala 31 çekebilen insan

cinsel veya psikolojik sorunları olan insandır.